35,2068$% 0.3
36,7672€% 0.92
44,3202£% 0.7
2.968,33%1,32
4.853,00%0,96
3424153฿%-0.12559
10 Kasım 2024 Pazar
Konya’nın Türbeönü mahallesini her Konyalı bilir.
Hz. Mevlana’nın türbesinin bulunduğu mahallenin ismi..
İşte ben bu mahallede dünyaya gelmişim.
Dünyaya gözlerimi açtığım ev, Hz. Pir’in insana huzur veren türbesini görüyor.
“Görüyor” diyorum çünkü o ev halâ ayakta, pembe boyalı, üç katlı çok sevimli bir ev, yanılmıyorsam bir zamanlar “Derviş Misafirhanesi” ismiyle hizmet veren bir konuk eviydi, halâ da öyle mi bilmiyorum..
Her önünden geçtiğimde heyecanlanırım, her gün hayranlığımın bin kat arttığı Hz. Pir’e komşu olan bu pembe evde doğmuş olmaktan dolayı..
Mustafa Kemal Atatürk…
Selanik’te dünyaya geldi.
Pembe boyalı evde…
Soğuk bir kış gününde, sobalı bir evde…
4 Ocak 1881, günlerden salı..
İsmini babası koydu..
MUSTAFA, çünkü büyük dedesinin ismiydi.
Bir süt annesi vardı.
Pembe boyalı ev iki katlıydı, önce kiracı olarak oturuyorlardı, sonra Zübeyde hanım ve Ali Rıza bey bu evi ortak tapuyla aldılar..
Bu pembe evin anahtarları 1937 yılında Türkiye’ye verildi.
Atatürk bunu bedavaya kabul etmedi çünkü prensip olarak hayatı boyunca parasını ödemediği hiçbir mal ve hizmeti almamıştı. Sembolik bile olsa mutlaka ödeme yapmak istedi.
Yunanistan sembolik bir fatura çıkardı ve Türkiye Cumhuriyeti devleti, Pembe Ev karşılığında Selanik Belediyesine 10 bin drahmi katkı sağladı
Bu evde doğumlar, ölümler, acılar yaşandı.
Mustafa Kemal bu Pembe Ev’de daha meşrutiyet bile ilan edilmeden önce, arkadaşlarıyla gizli toplantılar yaptı..
Ama maalesef Selanik kaybedilince, buradan göçen komşularıyla birlikte Zübeyde Hanım da İstanbul’un yolunu tuttu.
Sonrası malum..
Hikaye uzun..
Maceralı ama sonu muhteşem..
Yok ve yokluktan doğan bir ülke ve bir millet.
Türkiye Cumhuriyeti..
Yunanistan’a gittiğimizde ziyaret etmiştim bu Pembe Evi..
Doğduğum pembe ev gibi beni çok etkilemişti..
Her 10 Kasım sabahı burnuma mis gibi kasımpatı kokuları gelir..
Çok farklıdır kasımpatı çiçeğinin kokusu.. Belki de benim için böyledir, bilmiyorum..
İlkokulda, her 10 Kasım’da okulun Atatürk büstü süslenirdi.
O yıllarda Konya’da çiçekçi bile yoktu..
Öğretmenimiz 10 Kasım’dan bir gün önce ders bitiminde,
” Çocuklar yarın getirebilenler çiçek getirsinler, Atatürk büstünü süsleyelim,” derdi..
Ben o gün okuldan çıkar çıkmaz, hem okuluma hem de oturduğumuz eve çok yakın olan anneannemin evine giderdim.
Çünkü anneannemin bahçesinde o mevsim kasımpatılar rengarenk açarlardı..
Rahmet olsun, canım anneannemden ertesi gün için bana çiçek demetlerini hazır etmesini isterdim ve 10 Kasım sabahı erkenden okula giderken O’na uğrar ve hazır olan buketimi alırdım büyük bir sevinç ve heyecanla..
Okula vardığımda, kasımpatılarımı diğer arkadaşlarımın getirdiği çiçeklerle birlikte karıştırıp Atatürk büstünü süslerken aldığım o muhteşem koku halâ kayıtlarımda..
Bu yüzden gördüğüm her kasımpatı beni çocukluğumun 10 Kasım sabahlarına götürür.
10 Kasım…
Bir matem günü değil..
Sadece o büyük insanın terk- i hayat ettiği gün..
O ilelebet, kurtardığı vatanın evlatlarının yüreğinde yaşamaya devam ediyor..
Ruhun şad olsun.
Bazen bir koku, bazen bir müzik, bazen bir giysi, bazen bir mekan, bazen bir yemek, alır götürür mü sizi de taaaa geçmişte bir yerlere ?
Bugün beni götürdü bir yemek taaa dokuzlu yaşlarıma… İlkokul üçüncü sınıftayım, yer İstanbul/ Pendik..
Henüz turizm sektörü gelişmemiş, ağaçlar katledilmemiş, denizler tertemiz..
Rahmetli Turgut Özal ile başlayan, kıyıların otellerle yağmalanması gibi konular gündemde değil..
Rahmetli babam, “ilk serbest Veteriner Hekimliği” Türkiye’de başlatan ilk kişi, aynı zamanda da Eczacıbaşı İlaç sektöründe Bölge Müdürlüğü yapıyor.
Konya’da yaşıyoruz ama babam sık sık İstanbul’a gidiyor iş için, dönüşünde bize inanılmaz hediyelerle geliyor çünkü 60’lı yıllardayız ve Konya’da şimdiki gibi mağazalar yok elbette..
İşte, yıl 1965,mevsimlerden yaz..
Eczacıbaşı İlaç Fabrikası’nın kurucusu ve sahibi, rahmetli Nejat Eczacıbaşı, İstanbul/ Pendik’te, çalışanları için ilk kamp hizmetini sunuyor..
Kamp sektörünün bile yaygınlaşmadığı bir dönemde..
Kamp denize sıfır, ormanlık bir alanda kurulmuş çadır kampı..
Çadırların önü masmavi, tertemiz Marmara Deniz’i, denize doğru uzanan ahşap bir iskele ve iskelenin sonunda kampa ait bir kafeterya..
Çadırların arkasında ağaçların altında bir mutfak, mutfağın önünde ağaç masalar ve banklardan oluşan lokanta kısmı..
Son derece salaş ama bir o kadar keyif aldığımız, müthiş dostlukların oluştuğu bir ortam..
Kamplar on beş günlük olurdu.. Bu süre bize hiç uzun gelmezdi..
Halâ büyüleyici bir güzelliği olduğuna inandığım İstanbul ,o yıllarda beni daha da büyülerdi..
İlk yüzmeyi, ilk mektup arkadaşlarımı, ilk domino oyunun burada öğrendim..
İşte bugün yaptığım bir yemek ve bu yemeğin kokusu beni taaa o yıllara götürdü..
İlk defa bu kampta yemiş ve çok sevmiştik. Sonraları rahmetli annem bu yemeği evde de yapmaya başladı..
Aslında çok olağanüstü bir yemek değil belki de çoğunuzun evinde pişiyordur bu yemek..
Ama beni çocukluğuma ve kamp günlerime götürdüğü için çok özel..
Top top küçük köfteler kızartılıyor, küp küp doğranan patatesler, patlıcanlar, biberler de kızartılıyor, hepsi harmanlanıp bir kaba konuluyor, üzerine bol domates rendelenip, ister ocakta, ister fırında çok az tıkırdatılıyor..
İşte, o yemek bu yemek..
Bugün pişirdim bunu, pişirirken de nerelere gittim nerelere..
Şu kamp anımı da hemen belleğime getirdi yemeğin kokusu..
Yine kamptayız, öğlen saatleri, artık yavaş yavaş öğlen yemeğine gideceğiz.
Kampta bir hareketlilik başladı.
İskeleye bir özel yat yanaşıyordu. O yıllarda, şimdiki gibi denizde vızır vızır yatlar, botlar gezmediği için bu hepimizin dikkatini çekmişti..
Yat demir attı ve içinden son derece karizmatik, uzun boylu, beyaz keten pantolonlu, üzerinde lacivert keten blazer ceketiyle bir İstanbul beyfendisi indi ve lokantaya doğru yürümeye başladı.
Gelen Nejat Eczacıbaşı idi..
Öğlen yemeğine kampa gelmişti ve tek tek herkesle tanışarak, kamptan memnun olup, olmadığımızı sorarak bizlerle birlikte, sıradan bir kişiymiş gibi yemek yiyip, şakalaşmıştı..
O’nun kampta yarattığı bu sıcacık havayı çocuk olmama rağmen çok iyi hatırlıyorum.
Mütevaziliği, karizması sıradan birisiymiş gibi yarattığı o hava bana yaşamım boyunca örnek olmuştur.
Büyüdükçe küçülmenin ne olduğunu sanki o gün idrak ettim.
Neredeyse atmış seneye yaklaşan bu anım bir yemekle birlikte kayıtlarımdan çıktı ve satırlara döküldü..
Hoşgörünün, tevazuunun, sevginin, saygının, insan emeğinin hiç bir değerinin kalmadığı günümüzde, bu türlü ortamlarda yaşamış olmaktan, bunları bize yaşatan bir anne ve babaya sahip olmaktan dolayı kendimi çok şanslı görüyorum.
Günümüzde beş yıldızlı beton duvarların içinde, sayısız yiyeceğin sunulduğu açık büfelerin ve insan yığınlarının ne kadar ruhsuz ve soğuk olduğunu, ancak bu eski ortamları koklayan kişiler bilebilir..
Bu bakımdan kendimi çok şanslı görüyor, bu samimi ve sıcak ortamların bize kattığı ne çok şey olduğunu fark ederek yüce Rabbime sonsuz şükürler ediyorum..
Benim adım Mustafa Kemâl’dir. Ben her şeyden önce bir Türk milliyetçisiyim.
Böyle doğdum, böyle öleceğim. Eğer beni onurlandırmak istiyorsan,Türkiye’li Türkoğlu,Türk Mustafa diye çağır..
Benim hayat yolum şu düstur olacaktır;
Türklük ve Türkler en yüksekte..
Bu memleket tarihte Türk’tü, halde de Türk’tür ve ebediyen Türk olarak kalacaktır.
Türk milleti büyük bir aslandır,biz hepimiz onun tüyleri arasına sıkışmış ve sığınmış gözle görülmez küçük varlıklarız.
O aslanın büyük hareketleri ve hamleleri ise inkikâp hareketleri ve hamleleridir.
Bu aslanı tahrik edebilmek..
İşte bizim için iftihar edilebilecek rol budur..
Kahraman Türk milleti,tarih boyunca vatanı için can vermekte bir an bile tereddüt etmemiştir. Her karış şehit kanlarıyla sulanmış olan vatan toprağı,tüm Türk milleti için kutsaldır.
Türk milletinin karekteri yüksektir,Türk milleti çalışkandır,Türk milleti zekidir. Bir Türk dünyaya bedeldir.
Ne mutlu Türk’üm diyene !
Hayatta ki yegane üstünlüğüm,Türk doğmaktır.
Biz millet severiz ve Türk milliyetçisiyiz.
Bu memleket tarihte Türk’tü, şimdi de Türk’tür ve ebediyen Türk olacaktır.
Mustafa Kemal.
Bu sözleri,Kahraman Yusufoğlu’nun, ” Atatürk’ün Türklük ve Milliyetçilik Anlayışı,” isimli eserinden aldım.
Çünkü,bugün günlerden MUSTAFA KEMAL.
Bugün 19 MAYIS GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI.
Bugün,
” BEN YALNIZCA MİLLETİMİ DÜŞÜNÜR,ONUN İÇİN YAŞARIM, diyen bir büyük liderin gençlere armağan ettiği bayram..
” TÜRK’ÜN VARLIĞI BU KÖHNE ALEME YENİ UFUKLAR AÇACAK,GÜNEŞ NE DEMEK,UFUK NE DEMEK,O ZAMAN GÖRÜLECEK.BİR TÜRK DÜNYAYA BEDELDİR !” diyen büyük dehaya sonsuz minnet ve şükranla..
Bayramımız kutlu olsun.
Bugün güneş sadece Samsun’dan değil,tüm Türkiye’den doğacak..
Benim çocukluğumda bayramın simgesiydi KIRMIZI RUGAN AYAKKABI.
Sanki her zaman ev temizliği yapılmazmış gibi bayram yaklaşırken yapılan köklü ev temizliği sonrası evde bir bayram kokusu…
Sanki evlerde hiç yemek yapılmazmış gibi arife günü evlerdeki yemek telaşı..
Aslında haklılardı belki de, çünkü ziyaret ve ziyaretçi yoğunluğundan ne yemek yapmaya ne de yemek yemeğe vakit bulunamazdı..
Ayrıca, tam yemek saati gelen misafire de sofra açmak lazımdı..
Tatile gitmek için bir fırsat değil, görüşemediğin eş, dost, akrabayla buluşma zamanlarıydı bayramlar..
Bayram sabahı bayram namazı sonrası babamın mis kokulu,taze simitleriyle buluşulan kahvaltı sofralarının kokusuydu bayramlar..
Babam namaza giderken, annemin de o saatte kuaföre gitmeseydi bayramlar..
Bayrama uygun saç stili önemliydi, nasıl da kalabalık olurdu kuaförler o saatte bile..
Bir kaç kez gitmişliğim vardır benim de annemle..
Bayram sabahı yataktan kalkar kalkmaz mı giyilirdi pijamanın altına KIRMIZI RUGAN AYAKKABILAR?
Elbette…
Gece kaç kez uyanıp kontrol edilmiştir çünkü ,ayakkabılar yerinde duruyor mu diye..
Kahvaltı sonrası ayakkabılara eşlik edecek olan bayramlık elbisenin giyilmesiyle gün başlardı..
Anneannemlerde buluşup, yenecek bayram yemeğinin heyecanı..Ne güzeldi anneannemin sıcacık evi ve bayram sofrası..
Dedem mutlaka o devrin iki önemli dergisi olan, SES ve HAYAT dergilerini bayram olduğu için özellikle alır ve misafir odasının orta sehpasına koyardı…
Bayrama özelmiş gibi…
Bayılırdım o dergilere..
Hiç biri yok artık..
Ne anneannem, ne dedem, ne annem, ne babam, ne de o dergiler, ne de o BAYRAMLAR..
KIRMIZI RUGAN AYAKKABILAR da yok..
Eminim halâ vardır bayramlarda KIRMIZI RUGAN AYAKKABI giymek isteyen kızlar..
Lütfen alsınlar anneler, babalar kızlarına..
Eski bayramlar artık yoksa da, KIRMIZI RUGAN AYAKKABI giyen kızlar olsun..
Çünkü ben nerede KIRMIZI RUGAN AYAKKABI görsem bu bayramları hatırlıyorum yüreğim sızlayarak..
İyi bayramlar..
Gerçek bayramlarımızı yaşamak nasip olsun..
” KADIN BENİM MAHZEN- İ HAKK’IM ” der yüce Allah yani gizli hazinem.
Çünkü kadını tanımak insanı tanımak,insanı tanımaksa Allah’ı tanımaktır.
Hace Bektaş Veli, ” KADINLARINIZI OKUTUN,” der ve devam eder.
” ERKEK DİŞİ SORULMAZ MUHABBETİN DİLİNDE,HAKK’IN YARATTIĞI HER ŞEY YERLİ YERİNDE..BİZİM NAZARIMIZDA KADIN ERKEK FARKI YOK,NOKSANLIK ÇİRKİNLİK SENİN GÖZÜNDE..”
Bu büyük gönül sultanı Anadolu’ya,Sulucakarahöyüğe geldiği zaman ona kapısını KADINCIK ANA açıyor. Hace Bektaş Veli sohbetlerine başladığı zaman Kadıncık Ana’yı yanına oturuyordu her zaman. Bu sohbetlere çevre köylerden gelenler sorarlar H. Bektaş Veli’ye ” yanınızdaki eşiniz mi?” diye..
” Hayır” der H.Bektaş Veli “eşim değil,eşitim.”
Kadın sevilen,sayılan,erlerle eşit ve bir olan,ana,bacı,yâr ve kızımız değil midir?
Hakk yaratma sanatını yalnızca onlara bahşetmiştir. “O yüzden” der H.Bektaş Veli “onları meskun edecek müstesna yer bulmamız gerekir.Bırakın eşit olmayı aslına bakacak olunursa,onlar bizden üstünlerdir bile.”
İŞTE İSLAM TASAVVUFUNUN KADINA BAKIŞI..
İnsan psikolojisini gayet iyi bilen Hz.Mevlana ise,kadın ruhunun inceliklerini belirttikten sonra,kadında daima aksi tesirler yaratan,manasız baskıları kadında tatbik ederek değil de,kadının kendi yaratılışının icaplarına uyularak serbest bırakmak suretiyle onun iyi bir insan olacağını sohbetlerinde sıklıkla vurgulamıştır.
Kadının şahsiyeti üzerinde olumsuz etkiler bırakacağı için,çarşaf,peçe gibi manasız ve suni örtüler kullanmanın şiddetle karşısında bulunmuş ve şöyle seslenmiştir.
” SİZLER KADININ KAPANMASINI İSTEDİKÇE,HERKESTE ONU GÖRME İSTEĞİNİ KAMÇILAMIŞ OLURSUNUZ.
BİR ERKEK GİBİ,KADININ DA YÜREĞİ İYİYSE, SEN HANGİ YASAĞI UYGULASAN DA,O İYİLİK YOLUNA GİRECEKTİR.
YÜREĞİ KÖTÜYSE, NE YAPARSAN YAP,ONU HİÇ BİR ŞEKİLDE ETKİLEYENEZSİN.
CAHİLLERDİR KADINDAN ÜSTÜN OLDUĞUNU SANANLAR. ”
Yaratanın gözünde hem erkek hem de kadın eşittir. ER’lik VE ER KİŞİLİK vardır varlığın kaynağına dönüş yolunda..Bu düalite dünyasında kendimizi değişik biçimler içinde bulsak da,nihayetinde hakikatin içinde erkek ve kadın yoktur sadece VARLIK vardır.
İbn- i Arabi,” HAKİKİ ERLİK,İNSANIN HUYLARININ VE ARZULARININ KARANLIĞINDAN KURTULUP,AKLIN VE MANEVİ İRŞADIN IŞIĞI İLE TEMİZLENMESİNDEN SONRA KEMALE ERDİRİLMESİ,” diyor.
Yine Hz.Mevlana kadın için şöyle der,
” O Hakk’ın pertevidir,hâlıktır,mahluk değildir.
Yani, Allah ona yaratıcılık sıfatına mazhar olmak gibi büyük bir meziyet vermiştir.
Başka bir yerde de,
“HAKK BU İNCE PERDEDEN GÖRÜNÜR “der.
Bu Hakk aşıkları ve Kur’an insanlara seslenirken ” VARLIĞIN BİRLİĞİNİ ” esas alır ve Hz.Peygamberin ağzından şöyle seslenir,
” MÜMİNLERİN İMAN YÖNÜNDEN EN KAMİLLERİ AHLÂKEN EN GÜZEL OLANLARIDIR.SİZİN EN HAYIRLINIZ İSE,KADINLARA EN İYİ VE EN NEZAKETLİ OLANLARINIZDIR.”( Mişkatül’Mesabih,c.2.s.202/204)
Görüyoruz ki,İslam kadın ve erkeğin yerlerini belirleyerek her ikisine de değişik manalar kazandırmış ve her ikisini de birlikte yürüterek ikiyi BİR etmeyi arzulamıştır.
Bugünün kadını bilginin ve gerçek İslâm’ın ışığında,her anını hizmetle geçiren,yuvasında,iş hayatında, sosyal hayatında zerafetiyle,sanatçı yapılarıyla, bilgileriyle, şefkatleriyle annelikleriyle insanlara örnek olan,hem evinde hem de dünyada cenneti oluşturan varlıklar olmalılardır..
Çünkü maddi ve manevi ilimle taçlanan kadın,çevresi için bir yaşam kaynağıdır.
O zaman her gününü bu idrakle yaşayan kadınlardan olabilmemiz dileklerimle ” KADINLAR GÜNÜNÜZÜ” kutluyorum.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.